Sanat

ACI VE RENKLİ

Feryal Kalafatoğlu, Karanlıkta Diyalog etkinliğinde yaşadığı deneyimi bizim için kaleme almış. 

 

Sularının serin, dalgalarının acımasız olduğu, affetmeyen bir açık denizde buldum kendimi. Kulaç atarak ilerlemenin neredeyse imkânsız, derinlerde beni bekleyenlerin sır olduğu bir boşluk burası. Hatayı affetmeyen, gerçeklerin giderek su yüzüne çıktığı bir meydan.

Sesler veya gürültü, adına ne derseniz, beni rahatsız etse de duyuyorum.

Kokuları derin derin çekiyorum içime.

Tuzlu suyun, acıların ve bu anlam veremediğim yüzleşmenin tadını da alıyorum acı acı…

–  Yapamayacağım. Çıkabilir miyim?

–  İyisiniz ama değil mi diyor bir genç kız.

Pes etmek… Yarıda bırakmak. Yedirebilir mi insan bunu kendine? Şimdi yüzleşme zamanı..

Size itiraf etmeye başlayacağım bir şeyleri.

Genç kız koluma giriyor, beni karanlıktan çıkarıyor.

– Kendinize hiç şans vermediniz. Dedi birileri.

Cevabım çok kısa oldu: Korktum.

– Neden, görmediğiniz için mi?

– Sanırım.

Bilip de konuşmadığımız, anlayıp da sustuğumuz neler var oysaki bu hayatta… Acı gerçekler. Gizli kalmasını, konuşmayı tercih etmediğimiz için kilidini yutmayı göze aldığımız bir daha hiç açılmayacağından emin olduğumuzu sandığımız kapalı kutular. Sımsıkı üstelik.

Kandırmayalım kimseyi. Daha fazla anlatmalıyım sanırım kendimi; olay görme engelli bir rehberin eşlik ettiği bir turda geçiyor aslında. Kapkaranlık bir turda. Zavallı ben, korkularıyla yüzleşmekten oldum olası tedirgin olan ve hiç büyümeyen bir bencilim bu hikâyede, her zaman olduğum gibi.

Kapkaranlık koridoru ellerimle hissetmek zorunda olduğum ve alışkanlıklarımdan vazgeçmeyi kendimi üzmek olarak adlandırdığım için o duvarı aşamadım bugün bir kez daha denememe rağmen, yeniden.

– Sizinle biraz konuşalım, diye devam etti ben içimden acizliğimi kanıtlayan onlarca olayı geçirirken.

Bakın ben sekiz yaşıma kadar belki sizden çok daha renkli görüyordum, ama sonra sıradan bir çocuk hastalığı sandıkları o bir hafta bitmek bilmeyen ve inmeyen ateş ışıklarımı söndürdü. Sonra ne yaptım biliyor musunuz? Her gün bir mum yaktım kendim için dedi. Daha fazla aydınlatmak için etrafımı, huzmelerinden bir nebze olsun faydalanmak için… Olmadı, bir damlası bile içeri sızmadı. Şimdi, üzerinden 22 yıl geçtiği için, renkleri anlatamıyorum.

Ne demekti renk? Turuncu kırmızının bir ton açığı mı? Ton neydi sahi? Koyu ile açık arasındaki fark, benim için sadece salep içerken anlaşılır oldu. Veya şöyle diyelim; çorba kaşığa yapışıyorsa oluyor sana adı çok koyu.

Artık karşımdakinin kim olduğunu anlıyordum. Size de itiraf etmeliyim.

Renkleri bilmediğini zanneden, her kelimesiyle istemeden beni renkten renge sokan genç bir adam. Hayat ona daha çocukken cezasını vermiş. Daha doğrusu verdiğini zannetmiş ama nafile, o benim gibi yapmamış, hiç korkmamış.

– Karanlık, hiç bir zaman zannettiğiniz kadar kara değildir dedi. Karanlığın, en kuytu köşenin, en büyük dalganın, en acı anın, en tatsız lokmanın, hatta en kötü haberin bile içinde bir renk vardır. Şu an size bakarken adını bilmediğim bir kaç pırıltı var mesela. Bunlar da muhtemelen size göre ya sarı, ya da pembe. İsimleri önemli mi? Veya az evvel koridorun hemen ortasında düşmemek için size uzatılan tuttuğunuz sebzeler… Karnabaharı tanıyamadınız, neden?

– Korkularım ağır bastı, dikkatimi toplayamadım dedim. Yine sıradan ama kendime göre cesur bir cevap!

– Yok, yok ondan değil, dedi.  Anlatmayı ve anı yaşamayı bilmediğiniz için. Size bir sebze uzatılmasının ne faydası var? Sizin için çok sıradan değil mi? Zaten onları her gün görmüyor musunuz? Ondan medet umacak kadar aciz olmadığınızı düşünüyorsunuz.

Konuştukça, çok kızıyordum. Devam etmek istemedim. Gözlerimi kapadım. Derin bir nefes aldım.

Yine benden önce davrandı.

– Orda mısınız, kalkıyor musunuz? Sizi kırdıysam…  derken sözünü kestim. Gözlerimi açmadım ayağa kalktım, hareket ettiğimi hissetmiş olduğu besbelli, bana doğru yaklaştı.

– Lütfen elimi hiç bırakmayın bana karanlıkta eşlik edin dedim.

karanlikta diyalog_2

Ve esas yolculuk şimdi başladı…

O elimi sımsıkı tutuyor, bense gözlerimi sıktığım için gözlerimden yaşlar akıyordu. Açmayacaktım. Ona güvendiğimi ispatlamak istiyordum. Yok, yok yalan söylüyorum, asıl amacım onun bana inanması ve benim ona güvenmemden ibaret değil. Önemli olan, benim çemberi kırıp geçmem

Bu nasıl bir yolculuk? Yine dalgalar yükselmeye başladı. Sımsıkı kapattığım gözlerimin arasında ufak kıvılcımlar görüyorum. Kıvılcımlar, giderek yükselen seslerle birleşiyor. Şehir gürültüsü, ayak sesleri ve metronom disiplininde yere vuran görme engelli değnekleri…. Tik tak, tak tak

Değnek yerine bu kez onun elini tutuyorum. Ben görmüyorum, anlamıyorum. O görüyormuş gibi yapıyor. Hissediyor. Öyle bir an ki bu; görme yetisi olmayan karanlığa gömüldüğünü anlatan adam, bana karanlıkta yol gösteriyor. Sadece o elimi tuttuğu için, tökezlemiyorum bu kez. Korktukça ona dayanıyorum.

Önce tramvaya bindik. Merdivenleri çıkarken, tökezlemem için bana içimden bir basamağı kaç saniyede çıktığımı saymamı söyledi. 3 saniyemi alıyor. 6’ya gelince ikinci basamakta olduğumu bu hesapla anlamamı bekliyor. İşte bu kadar basit dedi.

Sonra sırada Kadıköy vapuru vardı. Ben hep üst katta balkondaki ilk sırada otururum dedim, orası rüzgar almaz. Kuytu olur.

E hadi o zaman dediğinde, kalakaldım. Nereden bulacağım görmeden o kuytu köşeyi? Rüzgârın sesini dinle, dedi. Hisset. Hissedemezsen koluna dokun, ürperiyorsa kuytu köşeden çok uzaktayız demektir.  Başardım, iki üç tökezleyen adım sonrası, sıcacık ahşap bankı bulduk. O an anladım ki; dalgalar içimde coşuyormuş meğer. Yenemediğim, üstesinden gelemediğim korkularımı anımsatıyormuş bana. Gözüm kapalı, koridorun sonuna gelince, ışığın içeri girmesiyle anladım; yolculuğu tamamlamıştık.

Ona doğru döndüm. Bana baktığını anladım. Kollarına dokundum, ellerini iki elimde kavradım ve derin bir nefes alıp hissederek öptüm.

–          Size minnettarım. Dedim.
–          Sebep? Dedi hafif bir gururla…
–          Bu rengârenk karanlığa beni de gömdüğünüz için.

Feryal KALAFATOĞLU